Deneme

Azaldıkça çoğalmak

   Azaldıkça çoğalmak ifadesi kulağa anlamsız gelebilir ancak durum tam olarak da böyledir; hepimizin bir şeylere değer verdiği, bir şeyler için canını sıktığı şu küçücük ve değersiz dünyada ne kadar az şeye sahipsek o kadar az üzülüyoruz vesselam… Ha bu arada bu sözler fakirleri yatıştırmak için sarf edilen siyasi ifadelerden farklı bir amaçla ve anlamla sarf ediliyor. Benim kast ettiğim şey, değer verilmemesi gereken ne kadar fazla şeye değer verirsen o kadar üzülürsün. Sünni dertler edinmemeli demek istiyorum bir yerde, yani yiyecek ekmeğin yoksa bunu dert edin bu gerçek bir derttir ancak pırlantan ufaksa bunu dert edinme; pırlantanın varlığı ile mutlu ol, böylesi daha adaletli.

   Twitter’da ya da diğer mecralarda yaptığım gözlemler sonucu emin oldum ki gençler olarak bizler “dert” arıyoruz. Uğrunda ağlanmaması gereken şeylere sırf ağlamayı aradığımız için ağlıyoruz ve sonra bunun edebiyatını çok güzel yapıyoruz. Bakın size çok farklı bir örnek ile değer verdiğiniz insan sayısı ile üzülme ihtimalinizin oranını açıklayacağım. Bir insan hayata 2 kişiye değer vererek başlar, bu içgüdüsel olarak gelişir: anne, baba. Daha sonra büyüdükçe amcalarını fark eder, halalarını, teyzelerini fark eder ve değer verdiği insan sayısı artar. Diyelim ki bunlardan birinin başına bir şey geldi bu insan o kişi için üzülür, hayatı kısa ya da uzun süreli olarak mahvolur. Ama amcasını veya dayısını hiç tanımamış birisi asla bu konuda üzülmeyecektir zira üzülmesi için önce onların var olması icap eder. Şimdi aynı örneği genişletelim, insan hayatına bir dost alıyor, her şeyini emanet ediyor, çok seviyor … Bir gün bu kişi tarafından kazık yese canı çok yanar ancak hiç samimi olmadığı birisi bunu yapmış olsa canı bu kadar yanmaz işte bundan dolayı “hayatımıza aldığımız her bir insan bizim üzülme ihtimalimizi arttırır” tezi ortaya çıkar. Bu yüzden hayatımıza öyle ikide bir “dost” dediğimiz kadar yakın insan eklememeliyiz, dostlar az olur öz olur. Peki madem üzüleceğiz neden dost arıyoruz ki, olmasa olmaz mı? Hayır, dostun yokluğu da insanı üzer o yüzden hayatımıza girecek dostlarımız olmalı ancak iyi seçmeli insan dostunu. Gözünden tanımalı adamı, hissetmeli, beceremiyorsa da çok bağlanmamalı zira yanlış bir seçim olduğunu anladığında bağlandığı kadar üzülür insan.

   Peki ya hayatımızda çokluğu sıkıntı olan şeyler yalnızca insanlar mıdır? Hayır elbette. Maddeye ne kadar değer verirsek o kadar diken üstünde yaşarız, rahat uyuyamayız. İnsanlar materyalizmin kendilerine dikte ettiği düşünme tarzına harfiyen uyarak gardıroplara sığmıyorlar, yeni gardıroplar alıyorlar ve artık onlar da az geliyor. Ölüm bizlere bu kadar yakın iken bu derece mal biriktirme sevdasına düşmüş olmamız da oldukça garip açıkçası. Ölen insanlara bir bakın, beyaz bir kefenden öte ne götürebilirler ki yanlarında, koskoca Sultan Süleyman’a bile kalmamıştır bu dünya. E peki burada bırakacağımız tüm bu şeyler için bu kadar üzülmek nedendir, diplomalar mesela neden bu kadar vazgeçilmez geliyor bizlere? Lafa gelince dürüstlüğü kimseye kaptırmayanlar diplomalar için neden kopya çekerek hak yerler? Diploma dediğimiz şey bir maddeden ibarettir ancak insanın duruşu, dürüstlüğü, adamlığı mezara kadar onunla gelir. Adamlığı kadar ağlayanı olur kişinin arkasından; bu yüzdendir ki diploma sahte, duruş ise gerçektir. Diploma için duruştan taviz verilmez. Peki ya maaş tutkularımız, büyük büyük ev hayallerimiz ve bugün babalarımızın aldığı paraların yetmeyeceği hayatların hayallerini kurmamız… Sahi yaşamanın ölçüsü evimizin metrekaresi midir acaba, buna her ne kadar hayır desek de her birimizin içerisinde var bu tatminsiz Madame Bovary…

   Tasavvuf büyüklerinde de gördüğümüz “bir lokma, bir hırka” ekolünü hayatımıza işlediğimiz ölçüde rahatlarız. Bizler ihtiyacımızdan fazlasını stoklama çabasında olduğumuz kadar endişelenir, üzülürüz. Yunus Emre ne güzel söylemiş: “Ana rahminden indik pazara, bir kefen aldık döndük mezara”. Bu söz bütün bu telaşenin, üzüntülerin, sevinçlerin aslında ne kadar küçük şeyler olduğunu apaçık gösteriyor. Son zamanda üzüldüğünüz şeyleri bir göz önüne getirin, aile fertlerinden birinin ölümü gibi büyük şeyler hariç ne kadar da ucuz şeylere üzüldüğünüzün farkına varın. İnsanoğlu hayatta neye ederinden fazla değer verirse o şeyin kölesi olmuş demektir.

   Etrafınıza bir bakınız, Müslüman olduğunu iddia eden kişilerin makam-mevkii yarışlarını görünün. Mevkiinin yalnızca bir etiket olduğunu, gerçek olmadığını anlamak içinse mezarlara gidiniz. Koskoca Peygamberleri, sahabeleri alan o kara toprak kıytırık devlet adamlarını mı alamayacak? Bu dünyada söker o apoletler o rütbeler, toprağın altında bir karıncaya bile “dur benim etime dokunma” diyemez insanoğlu. Makam ve mevkiiye köle olmamak hususunda Ebu Zer(r.a.) da harika bir örnektir. Ebu Zer Hz. Muhammed (s.a.v.)’in deyimiyle “yalnız gezen” bir sahabedir hakikaten de yalnız gezmiş, yalnız ölmüştür. Aslında Hz. Ebu Zer’in dünyaya bakışı bizlere kocaman bir ışık niteliğindedir. Bu dünyadan çölün ortasında, ardında hiçbir mal mülk bırakmadan gitmiştir. Bir gün onu bir yere vali tayin ettiklerinde halife ona kullanması için yüklü miktarda altın göndermiştir ancak altınların hesabını nasıl vereceğini düşünerek uyuyamayan Ebu Zer, gecenin bir yarısı sokağa çıkmış ve tüm altınları fakir fukaraya taksim etmiştir. Devlet yönetiminde yapılacak en ufak bir torpile dahi eyvallahı olmayan, asil, dürüst, mert bir sahabedir. Aslında Aşık Yunus’un şu çok sevdiğim sözleri de buraya çok güzel gider:

“Mal sahibi, mülk sahibi;                                                                 

 Hani bunun ilk sahibi.

 Mal da yalan, mülk de yalan;

 Var biraz da sen oyalan.”

   Sahiden de öyledir, hiç kimse şu üç günlük dünyada hiçbir şeyin sahibi değil emanetçisidir. Babalar evlatlarına bırakırlar mülkü, onlar da kendi evlatlarına… Eskilerin güzel bir alışkanlığı varmış, örneğin bir eve bakıp da sahibine “çok hoşmuş, sizin mi?” dediğinizde “estağfurullah mülk Allah’ındır, biz emanetçisiyiz” dermiş. Mesele emanetçi olduğunun farkında olabilmekte…

   Hepsi yalandır esasında, dünya da yalandır o yüzden en güzeli rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun da dediği gibi “Bir dakikasına bile hükmedemediğimiz şu dünya için fırıldak olmamak” tır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir