Deneme

Alinasyon kavramı üzerine mülahazalar

Alinasyon sözlük anlamı olarak “bir insana yabancılaşma, kendi benliğine düşman olma” manasına geliyor. Aslında “mankurtlaşma” ve “asimilasyon” kavramları ile de bağlantısı olan bu kavram ne yazık ki tam anlamı ile bugünün Türk gencini tarif ediyor.

   Öncelikle mankurtlaşma kavramını açıklayarak başlayayım: Eskiden esir alınan köleleri, zamanla çıldırarak hafızalarını kaybetmelerini ve yeni doğmuş bebek kadar bilinçsiz hâle getirmek amacıyla kafalarını kazıdıktan sonra deve derisi geçirmeleri. Bu işlemin amacı ise köle sahibinin köleye kendi doğrularını öğretmek ve böylece hiçbir emri sorgulamayan her istediğini koşulsuz şartsız yapan bir insan elde etmek. Çağımızda da bu işlem böyle fiziksel yollarla yapılmasa da psikolojik ve sosyolojik operasyonlar vasıtasıyla son derece yoğun bir biçimde uygulanmaktadır.

   Asimilasyon ise tam olarak bu işleme denk gelir: Kültürel ve sosyolojik yozlaşma. Başka bir deyişle bir kişi veya toplumun öz benliğinden uzaklaştırılması, yabancılaştırılması. (Hatta gündelik hayatta da bazen “asimile olmuş” şeklinde kullanırız)

   İşte alinasyon da bu yabancılaşmanın ötesinde eski benliğine, değerlerine yabancı olmakla kalmayıp bir de düşman olmak demektir. Bugünün Türkiye tablosuna bakıldığında ise gelenek ve göreneklerinden, özünden uzaklaşmış üzerine bir de bu değerlere -sanki kendisi başka bir ülkeden geliyormuşçasına- düşman bir Türk genci sorunu ortaya çıkıyor. Genç dememe pek takılmayın ha, tanzimattan beri süregelen bir mesele bu.

   Bu durum Cengiz Aytmatov’ un Gün Olur Asra Bedel adlı romanında çok güzel bir örnek ile işlenmiş. Hafızası iyice boşaltılan mankurt, babasını, soyunu-sopunu, çocukluğunu v.s. asla hatırlamamakta, hatta insan olduğunu bile bilmemektedir. Yani ağzı var, dili yok. Efendisine mutlak surette itaat eden, gayet evcil bir hayvana benzemektedir. Kaçmayı bilmediği için böyle bir riski de yoktur mankurtun… Sadece karnının acıktığını hissetmekte o kadar… Efendisinin emir ve komutlarına bir köpek sadakatiyle bağlıdır. Mankurtlaşan köleler, en kötü ve en zor işleri gık demeden yapmaktadırlar. Sarı-Özek’in uçsuz bucaksız çöllerinde kavurucu sıcak altında deve sürüleri otlatmak ancak onların yapacağı iştir. Ölmeyecek kadar yiyecek, donmayacak kadar giysi vermek yeterlidir onlar için.

   Alıntı yaptığım yerin tam da “aile için zararlı” bölümü asimilenin de ötesinde aline olmuş bir birey tablosu çiziyor. Eskiden ait olduğu her şeye düşman, benliğinin farkında değil.

   Bugünün Türkiye’ sine baktığımda özellikle tüketim alışkanlıkları yönünden yoğun derecede yozlaşma görüyorum. Tüketim alışkanlıklarından kastıma bir örnek vereyim: Bu günlerde Nişantaşı, Teşvikiye caddesinden geçerken görüyorum da tüm mağazalar vitrinlerine anlamsız renkli küreler koymuşlar. Bir tanesi işi en “sevimli” kerteye getirmiş ve bir noel amca koymuş. Yalnızca noel özelinde değil, dini bayramlarda, “islami düğün”lerde yapılan harcamalara da bakabilirsiniz.

   Başka bir örnek de “moda” denilen; insanlara dün güldükleri pantolonları, t-shirtleri bugün daha fazla para ödeterek giydiren bir kavram. Moda kavramı üzerine diyecek çok sözüm olsa da şu an sadece işlenen konu ile bağlantılı kısmına değineceğim. Moda yazarlarının her yıl belirledikleri trendlere adeta mankurtlaşmışçasına, beyinsizce, düşünmeden hemen evet diyen gençler bu duruma çok net bir örnek teşkil ediyorlar.

   Bu yozlaşmanın başlangıcını yazımın başlarında tanzimata kadar dayandırmıştım. Bunu bir örnek ile açıklayalım; işgal kuvvetleri İstanbul’ a geldiğinde yabancı askerlerin eşleri kısa kollu tişörtler ile sokağa çıkınca Osmanlı kadını da bunu görmüş ve bir kısmı ertesi gün hemen uygulamıştı. Yapılan çay partileri, akşamleyin kurulan içki sofraları ile bu “kültürel etkileşim” süreci değerlendirildiğinde İstanbul’ un sözüm ona Avrupai takımının Anadolu ile alakasını o zamanlardan itibaren kopardığı apaçık. Toplumun geneline böyle bir şey ne zaman yayıldı diye kendime sorduğumda “batılılaşma” dönemi diye bahsettiğimiz, ilimde ve fende ilerlemek için ilk şartın kıyafet ve şekil olduğunu düşünerek hareket edilen zamanlar aklıma geliyor. Yani anlayacağınız bu devlet kurulurken, eski devletten bir eser bırakılmamaya çalışıldı lakin tam bir başarılı batılılaşma yaşayamadık. Sonuç ise bir yanı doğuya hasret bir yanı batıya hasret bir ülke oldu.

   Peki hızla aline olan bu topluma özünü anlatmanın yolları ne olabilir? Burada da eğitim devreye giriyor eğer siz çocuğa daha küçücükten itibaren batılı olan her şeyi gösterip doğuya yani bu topraklara ait ne varsa saklarsanız elbette o çocuk ilerde bu topraklarda yaşayan ama bu topraklara düşman olan bir birey haline gelir.

   Evvela insan yetiştireceğiz, tabii bu işe ilkin kendimizden başlayacağız. Daha çok okuyacak, doğuyu dad batıyı da bilecek ve ikisinin sentezini orantılı bir biçimde yapacağız. Temel değerlerimizden ödün vermeden en iyi piyanoyu da biz çalacağız, en iyi roketi de biz yapacağız…

Bir yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir