Kitap

Falih Rıfkı’ dan

NOT: Bu yazı derin mevzuları içerir, aynı zamanda alt başlıklara ayrılmamıştır ve büyük ihtimalle sıkıcıdır. Sabırla okumanız dileğiyle.

   Uzun zamandır kitap okuyorum ancak Mustafa Kemal defterini açmayı hep erteliyordum. Üniversite sınavından sonra bu defteri açmaya karar verdim ve birtakım kitaplar aldım, bunlardan bazıları Falih Rıfkı Atay’a ait kitaplar idi (“Çankaya” ve “Atatürkçülük Nedir?”). Bu kitapları okuduktan sonra kafamda Mustafa Kemal’ den çok Falih Rıfkı adına bir şeyler şekillendi. Bir insan başkası üzerinden önüne gelen her düşünceyi bu kadar rahat nasıl empoze edebilir onun yaşayan örneği imiş.

   Kitaplarına gelirsek edebi yönden eleştiride bulunabilecek yeterlilikte olmadığımı bildiğimden bu yönden hiç ele almıyorum. Ancak genel dünya görüşü bakımından ele aldığımda pek de içimin ısındığını söyleyemem, sebeplerini açıklayacağım. Öncelikle Çankaya kitabını okurken fark ettim ki fazla bilgiç bir tavırla yazılmış, yani kendisi padişah olsa yedi düveli tek bir hareketi ile dağıtacakmış. Bu tavrı bazen kendi üzerinden bazen de Mustafa Kemal’ in askeri dehasının normalden üstün olduğunu değil, “insani olmadığını” söyleyerek sergiliyor. Bunun yanında kurtuluş savaşının  tüm boyutlarını fazla taraflı ama “çıplak” bir biçimde anlatmış. Tüm bu bilgilerin yanında kitabı okurken zorlandığımı belirtmem gerekiyor çünkü kendisi sürekli askerler ile iç içe olan yazarımız, yazarken askeri dili çok fazla kullanmış ve bu da kitabın kolay anlaşılabilme özelliğini biraz azaltmış ancak çok da abartı bir karmaşa yok.

   Diğer bir kitabı üzerinde daha çok durmak istiyorum: “Atatürkçülük Nedir?” Bu kitabı “gerçekten adında geçen soruya bir cevap bulabilir miyim acaba” diye düşünerek aldım. Bu soruya cevabımı büyük ölçüde aldım ancak bir şeyden şüpheleniyorum: Falih Rıfkı bu kitapla islami anlamdaki düşüncelerini Atatürk üzerinden mi lanse etmeye çalışıyor?

   Kitabın içeriğine dair bilgi vermek gerekirse, yazar Mustafa Kemal’ in yenilikçi bakışını ve bu bakışın toplumsal alanlardaki tezahürlerini anlatmış. Örneğin modernizmin gerekliliğinin hangi alanlarda hissedildiğinden ve bu hissedilmenin somut sonuçlarından bahsetmiş. Din, eğitim, toplumsal alanlar, ordu ve daha bir çok alanda yenileşmenin gerekliliğinin farkına varmanın “Atatürkçülük” olacağından bahsetmiş yani kısaca. Tabii ben bu yenileşmelerin gerekliliğini ne derece kabul ettim orası ayrı mesele, bahsedeceğim.

   Kitaptan bazı yerleri buraya yazacağım, yorumumu da ekleyeceğim. Bunlardan bazıları gerçekten okurken beni sinirlendirdi bazıları ise gerçekten beni gaza getirdi. Bu da kitapların en sevdiğim yanı olan “Her kitaptan en az bir şey öğrenirsin, en olmadı okuma hızın artar” cümlesini destekliyor. Son derece ön yargı ile yaklaştığım bir yazarın bu derece hassas bir konu üzerinde yazılmış bir kitabından da alacak çok şey bulduğumu söyleyebilirim.

   “Gözlerimle gidip gördüm: İskemle nedir bilmeyen, yatak görmeyen Yemen Yahudisi’nin kız oğlan çocuğu köyde önce kreşe, sonra yuvaya, daha sonra ilk ve orta okula alınmakta ve dediğim anlamda aydın öğretmenlerce yetiştirilerek bir göbekte Danimarka köylüsü olmaktadır. Demek bir kuşak bir toplumu kökten değiştirmeye yeter.”

   Bu bölümü okuduğumda aklıma “Beyaz Zambaklar Ülkesi” kitabındaki Finlandiya halkı geldi. Aslında birden aynı dirilişin Türkiye üzerinde de gerçekleşeceğini düşündüm diyebilirim. Derdimiz ne ki zaten? Belki 100-150 yıldır süren sefaleti sona erdirecek kafa yapısına sahip insanlarla dolu bir ülke haline gelmek değil mi yegane amacımız? Ne için yazıyorum bu blogu, kaç kişi okuyor sanki?

Motive bile olamıyorum ama bildiğim tek bir şey var ki; karınca misali, bu yangını söndüremesem de bu yangını söndürmek için kovalar ile su taşıdığımı söylerken göğsüm kabaracak.

    Müslümanlıkla ruhâni yok. Din adamı, herhangi bir meslek adamı gibi, ilk, ortaokul ve lise öğrenimi gördükten sonra, sadece ibadet görevleri ile uğraşmak, vaaz ve hutbelerde sadece ahlâk ve fazilet âyetlerinden ilhamlı öğütler vermek üzere yetişecek. Dünya işlerine ne el, ne dil sürecek.

   Bizlerin yani en azından Müslüman olarak benim bu konudaki görüşüm çok farklı. İslamiyet eğer ki hayat dini ise Kur’an hayat kitabı ise ve eğer bu din insanlara gelmiş ise nasıl sadece camiide kalabilir ki? Bu şekilde bu dinin ne kadarı yaşanabilir ya da şöyle sormak daha doğru: İslamiyet namaz ve oruçtan mı ibarettir?

   Falih Rıfkı’ nın dediğine göre dini kisveye sahip hiç kimse dünya işlerine karışamaz. E İslamiyet markette iken benim sepetimde olmayacaksa, zalimin zulmüne dur dememi emretmeyecekse, ders çalışırken bana gaz vermeyecekse yani kısacası İslamiyet benim “hayatım” olmayacaksa neye yarar ki? Zaten İslamiyet’i diğer inançlardan ayıran en büyük özelliği de bu değil midir?

   Hinduizm’i araştırdığımda sadece tapınağa girildiğinde ya da gündelik hayatta insanın mental olarak bazı odaklanmaları sonucu yaşanan bir inanç olduğunu görmüştüm; Budizm’de ya da diğer dinlerin de çoğunda öyle. Mesela bakın Ortodox Hristiyanlara, her Pazar kiliseye gidenleri bile gündelik hayatlarında Hristiyanlıkta dahi yasak olan şeyleri çok rahat bir şekilde yaparlar (alkol, yasa dışı cinsel ilişki, faiz vb.) çünkü İsa’nın emirlerini sadece kilisenin kapısından içeri girdiklerinde hatırlarlar. Biz Müslümanlar ise tüm bunlardan farklı olarak araba kullanırken dahi Allah’ı hatırlamakla emrolunmuşuzdur.

   Falih Rıfkı’ya göre din, devlet yönetme gibi alanlara falan giremez. Hayret ediyorum! Sanki İslam Peygamberi İslamiyet’in devlet yönetimindeki, sosyal hayattaki ve daha bir çok alandaki karşılıklarından hiçbir zaman bahsetmemişçesine bunları yok sayıyorlar ve İslamiyet’i sadece ritüellerden oluşan mistik bir Arap felsefesi haline indirgemeye çalışıyorlar.

   Dinin devlet yönetmede söz sahibi olacak bir argüman olup olamayacağı kişiden kişiye göre değişen bir yargıdır. Mesela bir kişi hiçbir dine inanmıyorsa dinlerin devlet yönetiminde söz sahibi olmaması gerektiğini kolaylıkla söyleyebilir ancak benim burada eleştirdiğim konu Müslüman olduğunu söyleyenlerin bu konuda çok rahat bir şekilde “benim dinim, benim devlet politikamı belirleyemez” diyip, daha sonra lafa gelince de “benim dinim her yerdedir” demeleri.

… laik bir devlet sisteminde dünya işlerini yalnız akıl yolu ile çözüp çevirmedikçe, dini sadece Tanrı ile kulu arasında bir vicdan işi olarak bırakmadıkça; baştaki istibdat yıkılsa bile, Tanrı adına toplumu hükmü altında tutan geri medrese şeriatçılığının yarattığı   yığın despotluğu önlenmedikçe; toplumu değiştirmeye, ilerlemeye, kalkındırmaya, vicdan ve kafa hürriyeti yolundan siyasi hürriyete kavuşturmaya, rejimi devamlı ve kararlı bir hürriyet rejimi yapmaya imkân yoktu.

   Yukarıda yazan bölüm ile aynı çizgide bir söyleme imza atmış yazarımız. Dini sadece Tanrı ile kul arasına indirgediğimiz zaman İslamiyet’in söylediğim esasları devre dışı kalıyor ve cahiliye döneminde helvadan put yapıp acıkınca tanrısını yiyenlerinki kadar kısır bir inanç halini alıyor. Haşa İslamiyet bunların çok ötesinde derinliği olan bir inançtır bana göre. Tekrara düşmek istemem ama altını çizmekte fayda var ki İslamiyet’ i diğer dinlerden ayıran özelliği onun organizasyonu emreden ve hayatın her yerine yerleşen yapısıdır.

   Bu konuda Falih Rıfkı’ya bu kadar sinirlenmemin sebebi Müslüman olduğunu söylediği halde bu kadar rahat bir şekilde, bu konularda derin derin düşündükten sonra konuşmak gerektiğini her Müslüman bilir, düşünce belirtmesi ve böylece kendi İslam ekolünü istemsizce/ farkında olmadan literatüre eklemiş olmasıdır.

   Ama bugün bile halen devam eden şarlatan din tüccarlarını düşündükçe de, bu kadar haddi aşan cümlelerini haklı görmemekle birlikte, bazı konularda haklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu toprakların mazlum insanlarını onların en çok değer verdikleri şeyi kullanarak parmağında oynatmak çok büyük bir haysiyetsizlik ve şerefsizlik olsa gerektir. İslamiyet’e, Hristiyanlık’ta olan “Endülüjans”ı sokmaya çalışanları kim aklayabilir? Bu kitapta en sevdiğim bölümlerden birisi de İslamiyet’te Hristiyanlık’ta olduğu gibi bir ruhban sınıf olmadığını söylediği bölümlerdir.

   Diyecek çok şeyim var daha ama yine uzadığını fark ettim ki zaten konudan da uzaklaştım biraz. Yazdığım yorumları da Atatürk’e binaen değil de Falih Rıfkı’nın din-devlet konusundaki görüşlerine binaen yazdım çünkü bu yazımda Falih Rıfkı’yı eleştireceğimi söyledim, sadece Mustafa Kemal üzerinden bu konulara girecek kadar bilgim henüz yok. Ayrı bir yazımda da Aziz Nesin’in “Zübük” kitabından yola çıkarak bu milleti uyutanları anlatmayı planlıyorum. Ama bu yazı burada bitsin zira her şey tadında güzel.

   Uzun lafın kısası, bu toprakların insanının okumaya, bilinçlenmeye ihtiyacı var. Bu bilinçlenme şapka giymeden de olabilir, pantolon yerine şalvar giyse de yazılım öğrenebilir birisi. Böylesine küçük ayrıntılara takılmak yerine bir an önce okumak, eğitmek, öğrenmek zorundayız zira Bedri Rahmi’nin dediği gibi “Otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğuyuz…”

2 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir